5 Şubat 2005
Sayı: 2005/05(05)


  Kızıl Bayrak'tan
  Seçim oyunu ve şoven kışkırtmalar
tutmayacak.
  Amerikancı Tayyip sözlerinin arkasında bir
gün bile duramadı
  Emperyalist haydutların seçim oyunu
bitti
  Halkların cellatlarına bu topraklarda yer
yok!
  CHP operasyonunda son perde
  SEKA işçisinin kazanma kararlılığı!.
  SEKA işçilerinden
Unakıtan'a yanıt
  Direnişteki bir UNO işçisiyle konuştuk
  TEKSİF’in başındaki ağalar satışa imza attı!
  GOP BDSP kampanya
faaliyetinden
  Esenyurt ve Kıraç BDSP faaliyetlerinden
  Ankara BDSP kampanya faaliyeti
  İ. Ü.’nde soruşturma
skandalı
   Ulusal sorun ve Kürt hareketi/1 (Orta sayfa)
  Eğitim-Sen’in dünü ve bugünü
  Gayrimeşru seçimler işgali meşrulaştıramaz
  ÖDP 4. Kongresi üzerine
  Filistin halkı direnme kararlılığını koruyor!
  ABD-İngiliz emperyalist ittifakında çatırdama belirtileri
  “Başka bir dünya mümkün”, ama nasıl?
  Sempozyumda sorunlarımızı tartışmaya
hazırlanıyoruz
  PSAKD Maltepe Şubesi röportaj
  Irak seçimleri ve Kerkük üzerine koparılan
fırtına
 AB, kadın sorunu ve Türkiye
 Bültenlerden
 Mumcu cinayeti ve devletin “tuğladan duvar”ı
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın



 

OSB ve İMES işçilerine sempozyuma katılma çağrısı...

Güvencesiz çalışmaya, geleceksiz yaşamaya hayır!

İşçi sınıfı ve emekçilere karşı kapsamlı saldırılar, tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de artarak sürmektedir. İşçi sınıfı ve emekçilerin militan mücadeleleri ve canları pahasına kazandıkları tüm haklar, sermaye iktidarı tarafından bir bir gaspedilmektedir.
Mezarda emeklilik yasası geçti, emeklilik yaşı 60'a çıkarıldı. Kamu İktisadi Teşekkülleri'nin (KİT) büyük bir kısmı özelleştirildi. İşbirlikçi ve işçi düşmanı AKP hükümetini hizmete koşan sermaye iktidarı, kalan KİT'leri özelleştirmek için son hızla çalışıyor.
Gene AKP hüneriyle, Yeni İş Yasası denilen kölelik yasası bir çırpıda meclisten geçirildi. Böylece esnek çalışma (keyfi sömürü) kural haline gelmiş oldu. Zaten dayanılmaz olan iş yaşamımız cehenneme çevrildi. Kölelik yasasını bir kılıç gibi kullanan patronlar, açlık ve sefaletle boğuşan milyonlarca işsize, sayısız yenisini ekledi.
Sermaye iktidarı, şimdi de Sendikalar ile Grev, TİS ve Lokavt Yasalarını değiştirerek zaten zor olan sendikalaşmayı iyice zorlaştırmaya çalışıyor. Keza emeklilik prim gün sayısını 7000 günden 9000 güne çıkararak zaten mezara yakın kullanılabilen emeklilik hakkını tümden mezara gömmeye çalışıyor. Kıdem tazminatımızı iç etmek, böylece bir parça iş güvencesi sağlayan bu önemli hakkımızı ortadan kaldırmak için hazırladığı yasayı geçirmek için fırsat kolluyor. Sosyal güvenliğin tasfiyesi, eğitim, sağlık, belediye hizmetlerinin tümden özelleştirilmesi, sırada bekleyen diğer saldırılar. SSK'nın gaspını sağlayacak yasa meclisten geçti bile. Yasa sayesinde önce SSK hastaneleri Sağlık Bakanlığı'na devredilecek, ardından tekellere peşkeş çekilecek. Bununla birlikte sigorta ve emeklilik hizmetleri tek çatı altında toplanıp özelleştirilerek, paran kadar sağlık, paran kadar emeklilik hakkı dayatılacak. Yerel Yönetimler Yasası ve benzeri yasalar meclisten geçirildiğinde belediyelerin ve devletin verdiği hizmetler tamamen paralı hale gelecek. Yani sermaye iktidarı, paran kadar sağlık paran kadar eğitim, paran kadar ulaşım, paran kadar çevre temizliği ve düzenlemesi, paran kadar yol alabilirsin diyor. Paran varsa çöpün toplanır, paran varsa yolun asfaltlanır vb. diyor. Kısacası paramız yoksa sürünerek ölmemiz isteniyor!
Yazık ki şimdiye kadar sermaye düzeninin AKP gibi kudurmuş hükümetler eliyle yürüttüğü bu saldırılara karşı anlamlı bir mücadele geliştirilemedi. Sendikaların başına çöreklenmiş işbirlikçi ağalar tayfası mücadele bir yana, saldırıların başarısı için uğraştı. Kölelik yasasında olduğu üzere çoğu zaman da bizzat saldırıların planlanmasında yeraldılar. İşçi sınıfı ve emekçiler, üzerlerindeki ölü toprağını silkelemezlerse gerçekten kaybedecek hiçbir şey kalmayacak. İnsanca çalışma koşulları ve onurlu bir yaşam için, sendikalarımızı ihanet ağlarından kurtarıp geleceği kazanmak için, sınıfın bağımsız devrimci inisiyatifine dayalı bir mücadeleden başka çaremiz yok.
Bağımsız Devrimci Sınıf Platformu (BDSP), sermayenin sözkonusu saldırılarına karşı işçi sınıfını bilgilendirmek, bilinçlendirmek, birleşik militan bir siyasal sınıf hareketi geliştirebilmek amacıyla ‘Geleceksiz Yaşamaya Güvencesiz Çalışmaya Hayır!' başlığı altında bir kampanya başlatmış bulunuyor. Bu kampanya çerçevesinde ‘İşçiler ve emekçiler, sermayenin sosyal yıkım saldırılarına karşı örgütlenme ve mücadele sorunlarını tartışıyor'' başlıklı bir sempozyum örgütlüyor. Sempozyumun bir amacı da sorunları işçi ve emekçilerin gündemine taşımak, çalışmayı işçi sınıfının tabanına yayabilmek, tabanın bağımsız mücadele inisiyatifini geliştirebilmektir. Bizler OSB ve İMES'te çalışan BDSP'li metal, plastik, tekstil işçileri olarak, işçi sınıfının mücadelesine inanan, gönül veren tüm ileri-duyarlı öncü işçileri bu mücadeleye destek vermeye, bu çalışmalara ve sempozyuma katılmaya davet ediyoruz!.

(OSB-İMES İşçi Bülteni'nin Ocak 2005
tarihli sayısından alınmıştır...)

-------------------------------------------------------------------------

Yoksulu soy, zengini besle...

Hükümetler zengin sever!

Hükümete geldiği günden itibaren asalak patronların bir dediğini iki etmeyen, onların çıkarına olan her yasayı büyük bir hızla çıkaran AKP aynı hızla hizmetine devam ediyor. Sermaye medyasından da aldığı destekle tüm bu uygulamaları bizlerin çıkarınaymış gibi gösteren AKP'nin son ‘sürpriz'i vergi oranlarında yapılan indirimler oldu.
Sermaye medyasında günlerce övülen bu düzenleme ile güya bizlerin sırtındaki vergi yükü inecek, temel ihtiyaç maddelerimizin fiyatı azalacakmış! Oysa çıkan yasaya baktığımızda bunun hiç de böyle olmadığını, yapılan vergi indirimlerinin yine patronlara yaradığını ve yarayacağını biliyoruz.
Gelir Vergisi'nde yüzde beşlik bir indirim yapmışlar. Ama bu yüzde beşlik indirim sadece gelir dağılımının en üst grubunda yeralan, yıllık geliri 140 milyar lirayı (aylık yaklaşık 12 milyar) aşan kesim için geçerli. Bizlere ne kadar da uzak değil mi' Acaba asgari ücretle bir iş bulabildiğimize bile sevinirken aramızda yıllık 140 milyar gelir kazanabilenler, daha da ötesinde hayal edebilenler var mıdır?
Bu arada bu indirimin bizlere düşen yanı için Başbakan'ın yaptığı ‘Asgari ücrette vergi indirimi sözkonusu bile olamaz!' açıklamasını da anmadan geçmeyelim. Bizlere karşı bu kadar pervasız davranabilen, vergilerimizi daha elimize bile geçmeden ücretlerimizden kesen bu insanlar neredeyse her yıl ‘vergi barışı' adı altında patronların ödemedikleri vergileri affediyor, bu yükü de bizim sırtımıza yüklüyorlar.
Gelir Vergisi'nin de ötesinde bizlerin sırtında asıl yük olan ise başta KDV ve ÖTV olmak üzere ödemek zorunda kaldığımız dolaylı vergiler oluyor. Ödediğimiz bu dolaylı vergilerin toplam vergilerin yaklaşık olarak %75'ine eşit olduğunu hatırlamakla yetinelim. Ancak biz yine de devam edelim. Bu ‘vergi indirimi' yaygarası arasında ‘Çöp Vergisi' dediğimiz çevre temizlik vergisinde %50'lere varan artış yapıldı. 17 Ağustos depremi nedeniyle bir kereliğine toplanacağı söylenen ÖTV'ler o günden beri artarak ve yaygınlaşarak toplanmaya devam edildi. Bu vergiler hiçbir zaman ne depremzedeler için ne de bizim için kullanıldı.
  KDV'lerde yapılan indirime bakacak olursak, simit örneği üzerinden o kadar yaygarası koparılan bu indirimin bizim cebimize yansıyan en küçük bir karşılığını bilen var mı? Biz hala bu ürünlere aynı parayı ödüyorsak bunun tek bir anlamı vardır. O da, yapılan indirimin farkının yine patronların cebine gittiği gerçeğidir. Peki simit vb. bir-iki üründe %18'den %8'e indirdiği KDV'nin pırlanta'da %0 sıfır olduğunu söylersek ne dersiniz! Buradan bu hükümetlerin, zenginlerin çıkarını kollamak dışında bir amacı olduğu sonucunu acaba hangimiz çıkarabilir!
Peki gerçekler bu kadar çıplak bir şekilde ortada iken bizlerin bu hükümetlere karşı mücadele etmek, birlikteliğimize ve örgütlülüğümüze dayanarak haklarımızı aramak dışında bir yolumuz olabilir mi? Bu adaletsizliğe karşı ‘artan oranlı gelir vergisi', ‘her türlü dolaylı verginin kaldırılması', ‘vergiden muaf asgari ücret' istemek ve bunun için mücadele etmek zorunda değil miyiz?

(OSB-İMES İşçi Bülteni'nin Ocak  2005
tarihli sayısından alınmıştır...)

-----------------------------------------------------------------------------

Köle değil, işçiyiz... Birleşirsek güçlüyüz... Örgütlüysek kazanırız...

Kölece çalışmaya, sefalet içinde yaşamaya hayır!

Pranga üstüne pranga!

Gün 24 saat, hafta 7 gün. Sabah 6:30-7:00'de uyanırız, fabrika servisine yetişmek için. Saat 8:00'de varırız fabrikaya. İşbaşı zili çaldığı zaman makinenin bir pedalı ya da iğnesi oluruz; ve çalışmaya başlarız. Tükenen bir bobinin ipliği gibi tükenir ömrümüz fabrikalarda. Usta bağırmaya başlar bir jokeyin atını kamçılaması gibi. ‘Hadi bastırın arkadaşlar'! Bu nasıl arkadaşlık! Patrona yaranmak için ‘mecbur'dur bize deh demeye. Ama bu da yeterli olmaz, adımızın Ahmet, Mehmet, Ayşe, Fatma olması hiç farketmez, arka makineden yedek yedin mi başlar fırça atmaya. Öndeki makineye iş mi yetiştiremedin, dikilir tepene bir Azrail gibi. ‘Neden yetiştiremiyorsun' deyip azarlamaya başlar. Adeta poligonda yarışan atlar gibi yarışırız birbirimizle.
Bu da yetmez! Haftalık toplantılar yapılır. Müdürü, ustası, patronu geçerler karşımıza, suçlu çocuklar gibi azarlarlar bizleri. İşi yetiştiremiyormuşuz, kalite düşükmüş, yeterince iyi çalışmıyormuşuz vs., vs. Kimimiz bir anda suçluluk duygusuna kapılır. Bu toplantıların paydos saatimize denk getirildiğini de unutmamak gerekir.
Bu da yetmez! Bin bir türlü gerekçeyle tuvaletlerin kapılarına kilit vururlar. En insani ihtiyaçlarımızı dahi gideremeyiz. Bize tanınan 15'er dakikalık çay paydoslarını dahi tam kullanamayız, 2-3 dakika geç basarlar zile, 2-3 dakika erken işbaşı yaptırırlar. Fabrikaya çalışmaya mı geldik, yoksa bir esir kampında mıyız belli değil. İşçi miyiz yoksa köle miyiz, pek farketmiyor. Sürekli gözetim altındayız, ustanın, bölüm şefinin gözetimi yetmez bir de kamera sistemi yerleştirirler fabrikaya.
Hastalanıp izin almak istediğimizde (tabii bu cesareti bulup müdürün karşısına çıkabilirsek) bizi hastalandığımıza pişman ederler. Sanki isteyerek hasta olmuşuz gibi müdüründen, amirinden azar işitiriz. Onların gözünde bizler insan değil birer robot, birer makineyiz. Hastalanmayız, acıkmayız, üşümeyiz, yorulmayız!
Bir gün işe gelmedik mi o gece rahat uyuyamayız. Çünkü sabah işe gittiğimizde bir suçlu gibi sorgulanacağımızı biliriz. Önce ustabaşı gelir hesap sormaya, sonra bölüm şefi, sonra müdürü. Bir işkenceden farkı olmayan bu sorgulama da yeterli gelmez, üstüne üstlük üç günlük ücretimizi keserler. Bu da yeterli gelmezse, işten atarlar.
İş başvurusunda bulunduğumuzda üç kuruş ücret vermemek için kırk dereden su getirirler. ‘Geçimini sağlayabilmek için ne kadar ücrete ihtiyacın var' diye sormazlar. Söylesen de vermezler zaten. Yok ‘günde kaç fermuar takarsın', yok ‘kaç etek reşmesi yaparsın', ‘kaç ceb takarsın, mesaiye kalır mısın' gibi zorlu bir sınavdan geçeriz. Artık bunu da sormuyorlar. Koşullarımız şunlar şunlardır deyip bir de boş bir kağıda imza attırıyorlar. Yarın bize karşı kullanabilmek için bu boş kağıtları istedikleri gibi kullanacaklar çünkü. Boşuna değil, aradıkları işçi değil köledir.

Tüm hayatımız ipotek altında!

Akşam saatini iple çekerken bir de bakarız ki fazla mesaiyi dayatmışlar. Kalmamak gibi bir şansımız yoktur. Mecbur kalınacaktır. Saat 22:00'de paydos zili çalar, evimize gelmemiz 23:00'ü bulur. Evet bir günde sana 8 saatlik bir zaman kalır. Tepe tepe kullan! Uyumak, dinlenmek, eş-dost ziyaretine gitmek, gazete-kitap okumak, televizyon izlemek, yemek yemek, ailemizle ilgilenmek için yalnızca 8 saat! Haftanın 7 günü böyle devam eder. Eğer pazar günü mesai yoksa, ki her hafta muhakkak vardır, kendimizi şanslı sayar, çocuklar gibi için için seviniriz. İşte, koskocaman bir gün, her saati bize ait 24 saat. Felekten çalınmış bir gün değil, Azrail'den koparılmış bir koca gün.
Gün 24 saat, hafta 7 gün... Bizse yalnızca günde 8 saat yaşıyoruz. Her günümüz, her haftamız, her ayımız ve tüm bir hayatımız bu 8 saatlere sıkıştırılmış. Kısacası ömrümüzün dörtte üçünü patronlar için çalışmakla geçiririz. Peki bunun karşılığında karnımızı doyurabiliyor, en temel ihtiyaçlarımızı karşılayabiliyor' Biz susalım, bu kez rakamlar konuşsun. Onlar anlatsın!

Bu düzende sömürüde sınır, sermayede insaf yok!

Açlık sınırı 500 milyon, yoksulluk sınırı 1.5 milyarı aşarken, asgari ücret 350 milyondur. Resmi rakamlara göre 5 milyon, gerçek rakamlara göre 10-15 milyon işçi ve emekçi ve aileleriyle birlikte 40 milyon insan açlık sınırının üç kat altında bir ücretle nasıl doyar, nasıl yaşar' Patronlar bunu nasıl başaracağımızı bize bırakıyorlar. Hesap ortada. Tırnak ucu kadar katık ve kuru ekmek! Ama hayır bu da yetmiyor onlara!
Onlara göre biz o kadar çok sabırlı ve o kadar çok dayanıklıyız ki, uyuyup dinlenmeden çalıştığımız gibi, karnımızı doyurmadan da yaşayabiliriz.
Onun için elimizdeki diğer hakları da bir bir almaya yelteniyorlar. Ne ikramiyeler, ne kıdem tazminatı, ne yakacak parası, ne çocuk parası, ne sigorta, ne sağlık ve tedavi hakkı, ne emeklilik, ne eğitim ve belediye hizmetleri... Ne varsa hepsini bir bir parça parça elimizden almaya yemin etmiş bu haramiler.
Kardeşler!
Dişimizi sıkıp dayan ha dayan diyerek bugünlere gelip dayandık. Eğer böyle giderse, geçmişi mumla arayacağız. Çoğumuz farkında bile değil, ama artık bizim bir geleceğimiz, insanca yaşayacağımız bir günümüz yok. Her geçen gün daha beter dünden!

Suçumuz, bir sınıf gibi örgütlü olmayı, bir sınıf gibi hareket etmeyi başaramamaktır!

Peki neden, niye? Biz bunları hak etmek niçin ne yaptık-ne yapıyoruz? Daha doğrusu, neyi eksik yapıyoruz, neyi yerine getirmiyoruz da tüm bunlara maruz kalıyoruz? Çalışmaysa çalışma, emekse emek, fedakarlıksa fedakarlık! Nedir bizleri bu hale düşüren?
Çünkü kardeşler, hep sustuk, hep başkalarından bekledik. Bu düzenin birbirinden hırsız, birbirinden yalancı partilerinin yalanlarına inandık, onların peşine takıldık. Onların ‘vatan millet Sakarya' edebiyatına kapılarak gerçekleri görmedik. Patronların dayatmalar karşısında, ‘kaderimizse çekeriz', ‘ekmeğimiz için gerekirse boyun eğeriz' dedik. Biz sustukça onlar saldırdı, biz onlara inandıkça bu açgözlü sömürücüler arsızlaştı.
Ve gelinen yerde kudurmuşcasına saldırıyorlar. Her gün bir yasa çıkartıp bizi adım adım yıkıma sürüklüyorlar. Fabrikalarda kölelik kemendini her geçen gün biraz daha sıkıyorlar. Her gün onbinlerce kardeşimiz işinden oluyor. Sefalet her gün biraz daha büyüyor.

Bir gün bile insanca yaşamak için mücadele!

Artık kafamıza dank etmelidir: Onlar için biz bir hiçiz. Biz insan değiliz onların gözünde. Onların gözünde bir değerimiz yok. Ve eğer bir sınıf olarak, örgütlü gücümüzle, insanca yaşam taleplerimizle, militan sınıf kavgamızla karşılarına dikilmezsek bu saldırıların ardı arkası kesilmez, biz insan yerine konulmayız. Eğer mücadele etmezsek, ödeyeceğimiz bedeller daha da ağırlaşır, geleceğimiz daha da kararır.
Bir tek seçeneğimiz, tek bir kurtuluş yolumuz var: Sınıf gücümüze inanmak, birlik olmak, örgütlenmek, mücadele etmek!
Çok mu zor' Çok mu imkansız'
Ama başka bir yolu yok!
Emeğimizin hakkını almak, onurumuzu çiğneyenlerden, geleceğimizi karartanlardan hesap sormak için;
Savaşın, sömürünün, eşitsizliğin olmadığı bir dünya; insanın insana kul olmadığı özgür bir yaşam için;
Çocuklarımıza bırakacağımız insanca yaşanacak bir gelecek için;
Örgütlü, militan sınıf mücadelesini yükseltip, devrimci sınıf iktidarını kurmaktan başka bir çıkar yolu yok!

(Esenyurt-Kıraç İşçi Bülteni'nin Şubat 2005 tarihli sayısından alınmıştır...)