8 Mayıs'04
Sayı: 2004/18 (10)


  Kızıl Bayrak'tan
  İki 1 Mayıs, iki eğilim ve reformistlerin hezeyanları
  Saraçhane'de 20 bin işçi ve emekçi buluştu...
  Şişli'de icazetli 1 Mayıs
  Ankara'da 1 Mayıs
  1 Mayıs eylemleri...
  1 Mayıs eylemleri...
  Komünist bir işçinin kaleminden 1 Mayıs...
  Edirne'deki polis vahşeti, Türkiye'deki devlet gerçeğine tutulan bir aynadır...
  Yeni Ceza İnfaz Yasa Tasarısı mecliste...
  Selma Kubat: ÖO Direnişi'nin 111. şehidi
  Deniz, Hüseyin, Yusuf... 6 Mayıs şehitleri anıldı
  YÖK yasası üzerine çatışma sürüyor
  Tek çözüm yolu örgütlü mücadele!
  1 Mayıs, Saraçhane ve işçi hareketi
  Almanya'da 1 Mayıs gösterileri...
  Dünya'da 1 Mayıs...
  NATO: İşçi sınıfı ve emekçi halklara karşı emperyalistlerin kirli savaş örgütü
  İşkence fotoğrafları emperyalist barbarlığın Irak'tan yansıyan kirli suretidir
  İşgal güçleri Felluce'de kuşatmayı kaldırmak zorunda kaldı...
  Siyonist cellatlar Filistinli çocukları katlediyor!
  AB'nin doğuya genişlemesi...
  Kürdistan'daki siyasal akımlar-1
  Kadının kurtuluşu sosyalizmde!
  Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın



 
Kürdistan’daki siyasal akımlar-1

M. Can Yüce

Bildirgemiz ve Bültenimizin ilk sayısı çıktığında Avrupa’daki “Politik çevreler”den bazılarının ilk tepkisi, “sosyalizm biz Kürtler için biraz lüks değil mi” ya da “sosyalizmin modası geçti, başka düşüncelere bakmak gerekir” biçimindeydi. Kendimizi “Sosyalistên Şoreşger”, yani “Devrimci Sosyalistler” adıyla tanımlamamız, bu çevreleri daha da hayrete düşürüyordu. Arkamızdan veya kendi aralarında bizi, “bizim Dinazorlarımız” olarak damgaladıklarından da kuşkumuz yok. Bu, elbette politik coğrafyamızda esen rüzgar hakkında belli bir fikir veriyordu...

Peki kendisini sosyalizm ve devrimcilik dışında tanımlayanların Kürdistan için getirdikleri yeni bir şey var mı? ABD hayranlığı, AB veya Kopenhag Kriterleri dışında söyledikleri bir şey var mı? Dünün “sosyalistleri” bugün kendi kimliklerini neden açık açık ifade etmiyorlar? Yani liberal, muhafazakar ve milliyetçi ya da başka bir biçimde kimliklerini neden deklere etmiyorlar? Bu sorulara net yanıtların verilmemesi mevcut kafa karışıklığını daha da karmaşık hale getiriyor, politik eğilimler arasındaki sınırları daha da belirsizleştiriyor. Ama ülkemizdeki kafaları netleştirmek, ideolojik ve politik duruşları olduğu gibi ortaya koymak, bunlar arasındaki sınırları net olarak belirlemek, kimin nerede durduğunu göstermek çok önemli ve kaçınılmaz hale gelen bir görev... Bunu yapmaya çalışacağız...

Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesi, en az iki yüzyıllık bir tarihe sahip. Bu iki yüzyıllık tarihinde evrensel ideolojik-politik akımlardan etkilenmiş, kendi sorunlarını bu bağlamda tanımlamaya, programlaştırmaya çalışmıştır. Hiç kuşkusuz bu etkilenme düzeyi toplumun yapısı, varolan toplumsal sınıf ve sınıf ilişkileriyle doğrudan bağlantılı olmuştur. Toplumsal yapının geriliği, modern sınıfların geç gelişimi, bu gelişimin ise çarpık, geri ve yabancı egemenliğin ağır baskısı altında olması, anılan etkilenmenin düzeyini ortaya koyduğu gibi, içeriğinin de karmaşık, çelişkili ve istikrarsız olmasını koşullamıştır. Bizim gibi sömürge bir ülkede bundan başkası da beklenemezdi. Siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel gelişimi bağımsız olsaydı, elbette ideolojik ve politik gelişme süreci çok daha farklı olurdu. Ancak ne yazık, bizim tarihsel gelişimmiz yabancı egemenlik tarafından biçimlendirildiği ve denetlendiği için, sağlıklı ve bağımsız bir sosyalleşme, sınıflaşma; bunun ideolojik ve politik yansımaları da olmadı. İdeolojik ve politik akımların gelişimi de dış gelişmelerin ağır etkisinde oldu. Bu, egemen sınıflar için böyle olduğu gibi ezilen sınıflar için de böyledir! Son yarım yüzyılda Kürdistan emekçileri adına yola çıktığını iddia ede eğilim ve akımlar için de bu, böyledir.

Kürdistan’daki siyasal eğilimler, o tarihsel dönemde egemen ideolojik ve politik eğilimlere göre kendilerini tanımlamış, esen rüzgara göre yön almıştır. Örneğin Ekim Devrimi’nden sonra dünya çapında “yükselen değer” sosyalizm ve ulusal kurtuluş eğilimidir. Bu nedenle bu tarihten sonra Kürdistan’da gelişme gösteren politik eğilimler kendisini bu genel akımlarla tanımlamıştır. Kürt egemen sınıfları bile kendilerini böyle adlandırmakta bir sakınca görmemişlerdir. Tersine gerekli görmüşlerdir. Aslında bu durum sadece Kürdistan’a özgü ve onunla sınırlı bir olgu da değildir, genelde varolan bir eğilimdir. M. Kemal’in bir dönem kendisini ve hareketini “Bolşevizm”e açık olarak değerlendirmesini hatırlamalıyız. 1946’da kurulan KDP (Kürdistan Demokrat Partisi)’nin programı ve yazılı a¸ıklamaları, Marksist-Leninist terminolojinin ağır etkisi altındadır. 1964’te Barzani’den ayrılan İbrahim Ahmet ve C. Talabani’nin grubu 1990’lara kadar da kendisini “sosyalist” olarak tanımlıyordu. Ne kadar sosyalistti, ne kadar değildi, bu, şu anda bizim tartışmamızın dışındadır. Şunu anlatmaya çalışıyoruz: Dünya çapında rüzgar kimden yana esiyorsa, ülke içindeki siyasal eğilimler de kendilerini bu egemen eğiime göre tanımlamış ve yönlerini ona göre tayin etmeye çalışmışlardır.

Bu kural günümüzde de etkin bir biçimde işlemektedir. 1990’lara kadar, özellikle 1980’lere kadar sosyalizm ve ulusal kurtuluş hareketleri revaçtaki akımlardı, dolayısıyla politikada yer edinmek, politik yarar elde etmek, hatta bir noktada kendini meşrulaştırmak, bu akımlarla bir bağ içinde kendini tanımlamaktan geçiyordu. Ancak ne zaman ki reel sosyalizm yıkıldı, sosyalizm ideolojik ve politik olarak gözden düşmeye başladı, ne zaman ki, burjuva düşünce akımları ideolojik ve psikolojik olarak görece bir üstünlük sağladı, işte o zaman Kürdistan’da da, özellikle Kuzey parçasında, sosyalizme karşıdan tavır alma eğilimi daha da güçlendi ve sosyalizmden kaçış, liberalizm ve milliyetçilik adeta yeniden keşfedilmeye başlandı. İmralı ihaneti ve Kuzey devriminin tasfiye sürecine alınması ve Güney’de yaşanan gelişmeler bu anılan eğililere daha pervasızca davranma olanağını sundu.

Aslında kendisini örgütleme, politik bir hareket haline getirip günlük mücadeleye müdahale etme gücünden ve yeteneğinden yoksun bu “yeni” liberal ve milliyetçi eğilimler ve çevreler, sosyalizme düşmanlığı temel şiarları haline getirmişlerdir. Bu, nedensiz değildir. Bugünün “yükselen değeri”, ABD eksenli globalizm, neo liberalizmdir. ABD yanlısı bir ideolojik ve politik hatta bulunma istemi, kaçınılmaz olarak Kürdistan’ın son 30 yıllık tarihini inkar etmeyi, reddetmeyi gerektiriyor. Düzen ve sistem içinde bazı kırıntıları elde etmenin başka bir olanağı ve yolu yok diye düşünülüyor.

Kendilerini sosyalizm dışı veya karşıtı olarak tanımlayan bu eğilim ve çevreler, örgütlü bir politik hareket haline gelebilmiş değillerdir. Aslında politika sahnesinde kendi adlarına boy göstermeleri bir yönüyle yararlı da olurdu. Ancak böyle bir konumları ve güçleri yok; ne var ki kendi boylarından büyük laflar edip sağdan esen rüzgarın ülkemizde etkili olmasını sağlayabiliyor, en azından kafaları karıştırabiliyorlar.

Ancak hemen belirtmeliyiz ki, bu eğilimlerin Kürdistan’da ciddi bir politik alternatif haline gelmeleri neredeyse olanaksızlık düzeyinde güçtür. Bununla ilgili düşüncelerimizi biraz açmamız ve kanıtlarını ortaya koymamız gerekir. Bunun için son 30 yıllık tarihimize ve ülkemizin toplumsal, sınıfsal gerçekliğine ana hatlarıyla da olsa bakmak durumundayız. Ayrıntıların açılımına geçmeden önce burada görüşlerimizin toplu ve özet bir dökümünü yapmakta yarar var.

Görüşlerimizin özeti şudur:

Bir: Dört parçaya bölünmüş sömürge Kürdistan sorunu, bir devrim sorunudur; Kürdistan sorunu, düzene sığmaz. Dolayısıyla ülkemizde devrimci olmak bir tercihten çok, ulusal kurtuluş davasında samimi ve tutarlı olmanın olmazsa olmaz koşuludur!

İki: Bu temel tezin bir uzantısı ve gereği olarak, Kürdistan sorunu, bir reform veya bir dizi reformlar sorunu değildir, anayasa ve yasalardaki kimi düzeltmelerle bu sorundan bir kırıntı düşürmek bile olanaklı değildir. Kuzey’de bazı haklar elde etmek bile sayısız devrimci mücadele sayesinde gerçekleşebilir. Son 30 yılın, yine İmralı tasfiyeciliğinin tartışmasız bir biçimde kanıtladığı gerçeklik budur!

Üç: Kürdistan sorununu bir devrim sorunu olarak gören ve algılayan bir siyasal eğilim ve akım Kürdistan’ın kaderi üzerinde söz sahibi olabilir, giderek günlük mücadeleye müdahale etme gücünü yakalayabilir.

Dört: Kürdistan ulusal kurtuluş sorununu devrim sorunu olarak koyan sınıf ve tabakalar emekçi sınıf ve tabakalardan başkası değildir. Burjuvaların, feodal beylerin, aşiret reislerinin ve düzenle bin bir bağ içinde olan orta sınıfların devrimci bir Kürdistan sorunu yoktur. Özellikle Kuzey’de gerçeklik tıpatıp böyledir. Dolayısıyla onların devrimci bir yurtseverlik duruşu içinde olmaları beklenemez; sınıf olarak böyle, siyasal bir eğilim olarak böyle...

Beş: Kürdistan’da liberalizm, muhafazakarlık ve milliyetçilik “devrimci” olabilir mi? Kesinlikle hayır! Küçük burjuva milliyetçiliğinin belli bir radikalleşme eğilimi var, ancak bu, Kürdistan’ın toplumsal ve siyasal yapısı bakımından son derece cılız kalmaya mahkumdur! Bağımsız bir politik güç olarak değil, güçlenecek bir akımın yanında küçük burjuva ve orta sınıflardan etkili bir destek gündeme gelebilir... PKK deneyimi ve onun öncülük ettiği ulusal kurtuluş hareketi pratiği bu değerlendirmemizi doğrular niteliktedir.

Şimdi ayrıntılara geçebiliriz. Önce tarihi bilgilerimizi biraz tazelemeye çalışalım.

I.

Irak KDP ve geleneği, ülkemizin bütün parçalarındaki siyasal akımları ve eğilimleri etkilemiştir. Öyle ki, kimi zaman bu etki, kimi çevrelerde açık ve tutkulu bir hayranlığa varmıştır. KDP geleneği ve Güney Kürdistan’daki gelişmelerin tarihsel ve güncel incelenmesi bu değerlendirmemizin konusu değildir. Kısa bir özet değerlendirmeyle anılan etkilemenin anlamını ortaya koymaya çalışacağız. Bugün Kuzey’de eski “sol ve sosyalist” gelenekten gelen kimi çevre ve kişilerde açık veya örtük, dolaysız veya dolaylı bir KDP veya YNK hayranlığı var. Bunun geçici bir rüzgar ve etkilenme olduğunu biliyoruz. Ancak üzerinde durmamız gereken ve yanıtı üzerinde durmamız gereken soru şu:

Kuzey’in bir KDP ve YNK’si olabilir mi? Bu doğrultudaki girişim ve çabaların başarı şansı var mı, varsa nasıl? Yoksa neden? Bu bölümde yapacağımız özet değerlendirmenin bu soruların yanıtlarını geliştirmemize yardımcı olacağına inanıyoruz.

Irak KDP, 16 Ağustos 1946’da, o zaman Mahabad’da bulunan Molla Mustafa Barzani’nin önerilerini kabul eden Kürt örgütleri ve şahsiyetlerinin Bağdat’ta gizli olarak yaptıkları birinci kongreyle kuruldu. Barzani Kongreye katılmamış, kendisini Hamza Abdullah temsil etmişti. Hamza Abdullah Kongrede partinin genel sekreterliğine getirildi.

Burada hatırlatmamız gereken birinci nokta şu: Güney’deki Kürtler’in ulusal haklarını isteyen Kürt aydınları, Kürt egemen sınıfları, aşiret reisleri örgütlenme gereğini duyuyorlar. 1943-45 yıllarında gerçekleştirdikleri ayaklanma ezilmiş, Barzani, ailesi ve aşiretinden oluşan belli bir kitle Doğu Kürdistan’a göçmek durumunda kalmıştı. Güney’de direniş geleneği devam etmekte, Irak egemenliği henüz kurumlaşmaktan uzak bulunmaktadır. Dolaysıyla yenilgiden sonra toparlanmaları, örgütlenmeleri anlaşılır bir şeydir. İkinci dünya savaşı sona ermiş, Mahabad yenilgiye uğramış, Barzani ve taraftarları Doğu’da barınamaz duruma düşmüşlerdir. Bu da örgütlenme ve direnme zorunluluğunu anlatmaktadır.

Değinmemiz gereken ikinci nokta da şudur: KDP örgütlenmede model olarak SBKP’ni esas alıyor. Terminoloji olarak da M-L terminolojiden etkileniyor. Kendini ideolojik olarak işçilerin ve köylülerin partisi olarak tanımlayan bu dönem KDP’si, “Irak bütünlüğü içinde, Kürdistan’a özerklik” talebini dile getirmektedir. Irak’ta güçlü olan ve Kürdistan’da belli bir çalışması olan Irak KP ile de iyi ilişkilere sahip olan KDP, Sovyetler ile iyi ilişkiler geliştirmekten yanadır, onun desteğini almayı önemsemektedir. Bunların yanısıra KDP kendi içinde çelişkilidir. Taban silahlı mücadele ve direnişten yanadır, toprak talebi ve sömürüye karşı tavır, tabanı yöneticileriyle karşı karşıya getirmektedir. Yani ulusal bir çatı altında sınıfsal ve diğer çelişkiler yaşamın her alanında su yüzüne çıkakta ve bu kimi dönemlerde önemli sorunlara neden olmaktadır.

1947-58 yılları, Barzani’nin ülkeden ve partiden kopuk olduğu Sovyetler’deki “sürgün” yıllardır. 1958’de General Kasım’ın askeri darbesiyle monarşi yıkılır ve bu, Kürtler için de görece elverişli koşulların ortaya çıkmasına yol açar. Üç yıl boyunca Kürtler örgütlenme, yayın ve basın, siyasal çalışmalar alanında görece özgür faaliyet olanağı bulurlar. Bunu da değerlendirmeye çalışırlar.

1961 ve 1975 yalları arasında geçen 14 yılda Bağdat’ta 4 darbe olur, hükümet el değiştirir. Her darbe, ilk dönemlerinde Kürtlerle iyi ilişkiler geliştirmeye ve tatlı vaatlerde bulunmaya özen gösterir. Ancak hükümetleri oturmaya başladıktan sonra, Kürtler’e yönelik saldırıya geçerler. Aynı durum 1975 Cezayir Anlaşması’ndan sonra da geçerli olur... Kürtler de buna direnişle, dağa çıkmakla karşılık verirler... Dolayısıyla Irak sömürge egemenliği Güney’in her tarafında kurumlaşamaz! Irak hükümetleri Kürtler’in istediği özerkliği vermiş olsalardı, kendi üst egemenliklerini oturtmaları kolay olurdu. Ancak onlar, TC’yi ve Kemalizm’in Kürt politikasını esas aldıkları için, bastırma ve bastırarak teslim almayı ve egemenliklerini bu temel üzerinde kurumlaştırmayı esas almışlardı, bunda da ısrarlıydılar...

Bastırma hareketleri ve buna karşı direniş hareketi, Güney’e ve tarihine damgasını vuran temel hareketler oluyorlar. Bu noktada 1960’lı yılların ortalarına doğru (1963) gelişen Irak saldırıları ABD ve İngiltere tarafından desteklenir. İngiltere, daha da ileri giderek İran, Türkiye ve Irak arasında Kürt direnişine karşı ortak bastırma ve tecrit tavrını geliştirmede önayak olur. Buna karşılık Sovyetler o dönemde Kürtler’i destekleyen bir tutum sergiler, işi müdahale tehdidine kadar tırmandırır. Hatta Moğolistan temsilciliği üzerinden sorunu BM Güvenlik Konseyi’ne taşıma noktasına getirir. Ama bu “sert” tutumunun arkasında uzun süre duramaz ve çark eder. Bunu Arap devletlerin sert tepkisiyle yaptığı söylense de, burada Sovyetler’in dış politika ihtiyacının belirleyici olduğunu belirtmemiz gerekir. Kürtler bir kez daha kendi olanakları ve “güçleri” ile baş aşa kalmışlardır.

Bu, aynı zamanda bir umutsuzluk ve çaresizlik dönemidir de. Tam da böyle dönemlerde ideolojik ve politik olarak, psikolojik olarak verili düzenden kopmayan Kürt egemen sınıfları ve onların politik temsilcileri, umudu ve çareyi düşmanlarıyla “uzlaşma”da aramaktadırlar. Bu uzlaşma mıdır, yoksa teslimiyet mi, ya da bu ikisinin sınırları nerede başlıyor ve nerede bitiyor soruları daha geniş bir tartışmayı gerektiriyor.

Barzani, 1964’te çareyi Irak yönetimiyle uzlaşmada arıyor. KDP yönetimi buna şiddetle karşıdır. Ancak Barzani bildiğini okuyor, ateşkes ilan ediyor ve Irak yönetimiyle anlaşıyor. Irak yönetimi ise her zaman yaptığı gibi Barzani’yi oyalayarak zaman kazanmaya çalışıyor. KDP yönetimi bir konferans toplayarak Barzani’nin bu tutumunu reddediyor. Barzani karşı atağa geçerek kongre topluyor. Kopuş kesinleşmiştir. İbrahim Ahmet ve Talabani ile Barzani’nin yolları kesin bir biçimde ayrılıyor. 1964’te gerçekleştirilen kongresinde KDP’de ‘Tek Adam Dönemi’ başlıyor. Ayrıca programında sosyalizm ve M-L ile ilgili tüm kavramlar, işaretler ortadan kaldırılıyor.

Diğerleri Barzani’den kopuyorlar, ancak ruhlarına sinen siyaset geleneğinden kopuyorlar mı? Hayır! Önce Barzani ateşkesine ve uzlaşmasına kesin tavır alan o dönemin Kürt aydınları sayılan İbrahim Ahmet ve damadı Celal Talabani, 1966’da Irak yönetimiyle uzlaşıyorlar. Daha da ileri giderek, Irak tarafından oluşturulan 2 bin kişilik bir birlik içinde Barzani’ye karşı savaşıyorlar ve böylece “Caş 66” adıyla anılmaya başlıyorlar. Bu Kürt egemen sınıflarının da açmazıdır, aynı zamanda trajedisidir.

Bu siyaset geleneğinin temel özeliklerini üç noktada toplamak mümkündür. Bir: Esas olarak dışa, dış güçlere dayanma, direnişlerini bu bağlamda anlamlandırma. İki: Kurulu düzenden tümden kopmama, gerektiğinde uzlaşma, teslim olma. Üç: Bu ikinci özelliğin bir uzantısı olarak bağımsız bir düşünce, strateji ve programa sahip olmama, “Irak’a demokrasi Kürdistan’a özerklik” formülasyonu bunun en özlü ifadesidir! Aslında bu üç özellik bir bütündür ve Kürt egemen sınıflarının siyaset kimliğini ve kültürünü oluşturmaktadır.

Ayrıntılara girmeden vurgulamalıyız ki, bu siyaset tarzı ve geleneği, 1975 Cezayir bozgununda karşımıza çıkar, 1980-88 Irak-İran savaşının bir çok aşamasında, İran KDP’sinin Barzani KDP’si tarafından bastırılması olayında, Halepçe’de, Birinci Körfez Savaşı’nda, KDP-YNK çatışmalarında, PKK-KDP ve YNK çatışmalarında karşımıza çıkar.

Dış gelişmelere ve stratejilere son derece bağlı ve duyarlı olan bu siyaset tarzı ve geleneği, kendi içinde tutarlı ve istikrarlıdır. Her şeye rağmen bütünüyle Irak egemenliğine teslim olmak yerine, geri ve düzen içi bir platformda da olsa direnmiş ve bu da ona belli bir politik varlık ve güç kazandırmıştır. Bu noktada ayrıca halkımızın, emekçi ve ezilen sınıfların direnişinin altını çizmemiz gerekir; yönetici sınıflar da bu direnişi ve taleplerini sahiplenmek, kendi talepleriyle birleştirmek durumunda kalmışlardır.

Bugün Güney’de KDP ve YNK, ABD ekseninde gerçekleşen Irak’ın yeniden yapılandırılması sürecinde en geniş hakları ve istemleri kazanmak ve güvence altına almak için avantajlarını, kozlarını ve olanaklarını sonuna kadar kullanıyor, ABD’nin zayıflıklarını da değerlendiriyor ve bu süreçten güçlü çıkmak istiyorlar. Kuşkusuz ABD, Kürtler için, onların yönetici partileri için, onlar istedi diye Irak’ta değildir. ABD’nin dünya ve Ortadoğu stratejisinin bir gereği olarak Irak işgal altına alındı, Saddam rejimi yıkıldı, onunla birlikte Irak devleti de yıkıldı ve şimdi yeniden kurulmaya, yapılandırılmaya çalışılıyor.

Bu süreçte yönetici sınıflarının egemenliğinde de olsa Kürtler’in devletleşmeleri kendi kaderlerini tayin etme hakkının bir gereğidir, bu hakkın kendisi tartışma konusu yapılmamalıdır. Öncelikle bu kabul edilmelidir.

Ancak sorun bununla bitmiyor. Bu, Kürtler’in geleceği açısından bir adımdır, ama kaderlerinin ve geleceklerinin güvencesi değildir. ABD’nin stratejik çıkarları ile Güney Kürtleri’nin stratejik çıkarları sürekli olarak çakışıyor mu? Diyelim ki dengeler ABD’yi Arap devletlerine, TC’ye daha fazla taviz verme noktasına götürdü ve bu, Kürtler’in bir kez daha kendi kaderleriyle baş başa kalmasına yol açtı! İşte tam da böyle bir olasılık karşısında Kürtler ve onların politik partileri, şu andaki yönetici sınıfları ne yapacaklar, onların nasıl bir hazırlıkları var? Strateji denilen şey, bu tür olasılıkları önceden öngörmek ve ona göre uzun vadeli düşünsel, politik-askeri ve psikolojik hazırlıklara sahip olmak demektir. Ama eğer kaderinizi başka stratejik eksenlere bağlamışsanız ve sizi boğmak isteyen sayısız güç ttikte bekliyorsa, bu, ülkenizin devletlerarası sömürge statüsünden kaynağını alıyorsa, eli kolu bağlı kaderinize boyun eğmek dışında başka seçeneğiniz yoksa, o zaman bunu peşinen ilan etmek durumundasınız!

Peki bu nasıl bir yurtseverliktir? Bu nasıl bir milliyetçiliktir? Milliyetçi olduğunu söyleyenlere, aslında bugüne kadar Kürdistan davası için kayda değer bir şey yapmayan “bizim” Kuzeyli kişi ve çevrelere sorulur: Yukarda özetlenen ve bir bakıma Kürtler için bir tür “Felaket senaryosu” niteliğinde olan bu olasılıklar karşısında bir görüşünüz ve politikanız var mı? Yoksa “Baba Barzani”nin Cezayir felaketi karşısında içine girdiği “ümitsizliği ve bezginliği” yaşamaktan başka bir seçeneğiniz olmayacak mı?

Bağımsız strateji, hedefleri, dost ve düşmanları doğru saptamak demektir. Ancak anlaşılan o ki, geleneksel bir siyaset çizgisi haline gelmiş KDP ve YNK, tüm kaderlerini ve geleceklerini ABD stratejik eksenine bağlamışlardır. Manevra alanı, daha fazla hak elde etme ve elde edilenleri koruma çabaları ancak bu bağlamda bir anlam kazanmaktadır. Bu, elbette bir dünya ve bölge değerlendirmesine, ideolojik ve politik bir yaklaşıma oturuyor. ABD stratejik eksenini esas alan bir siyaset tarzında, bölge halklarıyla dostluk, geleceğini onlarla geliştirilecek bağımsız ve eşit ilişkiler ile ortak mücadelede görme anlayışı yoktur. Stratejik olarak ABD’nin yanında olma ve geleceğini bu eksene bağlama çizgisi ile bölge ve dünya ezilen halklarının çıkarları tam bir çelişki içindedir. Bu, Güney Kürtler’i açısından çok yönlü bir tecrit alamına gelir. Anılan bu tecridin sonuçları da ortaya çıkmaktadır. Bu, Güney Kürtler’i için en büyük açmazlardan biridir.

Yine bu bağlamda kendisi de ezilen bir halk olarak, ülkesi işgal altında olan bir halk olarak Irak’ta işgale karşı direnen Iraklılar’a karşı net ve ikirciksiz bir politikaya sahip olmak zorundadır. Burada ABD güçlerinin yanında ülkesinin işgaline direnen Iraklılar’a karşı savaştığı zaman varlığını, meşruiyetini ve geleceğini nasıl güvence altına alacak? “İslamcı gerici”, “Saddamcı-El Kaideci” gibi değerlendirmelerle işgale karşı direnişe karşı tavır savsaklanamaz. Nasıl ki biz ülkemizin işgal altında tutulmasına, parçalanmasına, sömürge egemenliği altında tutulmasına karşıysak ve bu meşru hakkımızı tartışma dışı tutuyorsak, aynı şekilde başka halkların da, Iraklılar’ın da ülkelerini işgalden kurtarma hakları meşru ve tartışma dışıdır. Çizgileri eleştirebilir, Kürtler’in bağımsızlık haklarından yana olup olmadıkları sorgulanabilir, hatta bunu programlarna almaları istenir. Bunlar işin bir boyutu, diğer boyutu da her halkın işgal ve yabancı baskıya karşı direnme hakkının meşru ve tartışma dışı olduğudur. Elbette Kürtler, her Iraklı Arap’tan kendi ulusal demokratik haklarını ikirciksiz tanımalarını ve bunu pratikte göstermelerini isteme hakkına sahiptir, bu konuda tarih boyunca oluşan güvensizliğin aşılması için somut adım beklemeleri de en doğal haklarıdır. İlişki ve dostlukta bunun belirleyici bir &oul;ğe olduğu da açıktır. Bunlarla birlikte işgale karşı gelişen ve giderek kitlesel boyutlar kazanan direnişe karşı da bir tutum belirlemek durumundadırlar.

Bugün Irak devletinin yıkılışı ve henüz yenisinin yapılandırılma sürecinde olduğu bu aşamada ortaya çıkan fırsatları değerlendirmek, devletleşme, ekonomi, sosyal, siyasal, eğitim, sağlık ve daha bir dizi alanda inşa çalışmalarını en etkin bir biçimde yürütmek gerekiyor. Ama peşmergelerin işgal birlikleriyle birlikte Kürdistan’ın dışında bir bastırma hareketinde bulunmaları, yukarda sözünü ettiğimiz tecrit durumunu daha da vahim ve içinden çıkılmaz boyutlara taşıyacaktır.

ABD’nin Irak’ta Kürtler’in desteğine ihtiyacı var, aynı şekilde Kürtlerin yönetici partileri bunu bildikleri için ABD’ye en geniş haklarını kabul ettirmeye çalışıyorlar. Ancak burada çok hassas dengeler var. Bir, ABD’yi zorlayan iç dengeler var, Şii Araplar, Sunni Araplar ve bunların siyasal güçleri ve ağırlıkları. İki, ABD’yi zorlayan bölgesel dengeler var, TC, Arap devletleri ve diğerleri... Dolayısıyla bu durum, Güney’deki geleneksel çizginin başka açmazlarına da işaret ediyor. Yani ABD yanlısı olmak, geleceğini onun bölge ve dünya stratejisine bağlamak, yelkenleri global ve neo liberal rüzgarlarla doldurmak, tek başına yetmiyor. Çünkü Kürdistan devletlerarası ve uluslararası bir sömürge ve bundan kaynaklanan zorlukları var.

Başka bir ifadeyle, Kürdistan sorunu, bir devrim sorunudur. Bu da ancak kendi omuzları üzerinde kendi kafasını taşımakla mümkün. Böyle bir yaklaşım halklarla en geniş ittifakı ve işbirliğini de koşullamaktadır. Yoksa esen rüzgara yatmak, dönemin en büyük gücünün tatlı sözlerine bel bağlamak, tarihte de kanıtlandığı gibi, sonuçta hüsran ve felaketten başka bir şey getirmeyecektir!

Kısaca özetlemeye çalıştığımız gibi globalizme, neo liberalizme yatmak, politik olarak geleceğini ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’ne bağlamak, kendi içinde sayısız açmazı, felaket olasılığını ve Kürtler’e uzun vadede tecrit olasılığını barındırıyor.

Dolayısıyla kendini yeni duruma göre uyarlayan KDP-YNK çizgisi ve onun izdüşümlerinin yurtseverliği, hatta milliyetçiliği dar, güdük, bağımlı, stratejik anlamda bel kemiğinden yoksun bir yurtseverlik ve milliyetçiliktir.

(Devam edecek...)